Sergen Yalçın, Türk futbolunun en büyük paradoksuydu.
Bir yanda inanılmaz bir yetenek, diğer yanda o yeteneği umursamayacak kadar rahat bir adam. Top ayağına geldiğinde stat bir anda sessizleşirdi. Çünkü Sergen’in ne yapacağını kimse bilemezdi, çoğu zaman o da bilmezdi. Ama ne yaparsa yapsın, mutlaka güzel olurdu.
Sergen futbolu oynayan değil, yaşayan adamlardandı. Sahada sanki oyunu izliyormuş gibi oynardı. Rakip baskı yaparken bile yüzünde o meşhur rahat ifade olurdu. Çünkü onun için futbol stres değil, keyifti. O topa istediği gibi hükmederdi, sanki top onun ayağına değil, ruhuna ait gibiydi.
Türkiye’de onun kadar doğal bir yetenek zor bulunur. Ayağının dışıyla attığı paslar, köşeye bıraktığı goller, frikiklerdeki soğukkanlılığı… Bunların hepsi Sergen’in doğasında vardı. Çalışarak değil, hissederek oynardı.
Ama işte tam da bu yüzden, hiçbir zaman Avrupa’nın devlerinde uzun süre oynamadı.
Çünkü o, futbolu bir meslek olarak değil, bir oyun olarak görüyordu.
“Benim işim değil, keyfim bu,” der gibiydi her maçta.
Beşiktaş tribünleri içinse o bambaşka bir yerdi.
Bir maçta “Sergen attı, şampiyonluk geldi” diye bağırırken, aslında bir neslin özetini haykırıyorlardı. Çünkü Sergen sadece bir futbolcu değil, bir duyguydu.
Hatalarıyla, rahat tavırlarıyla, inanılmaz zekasıyla; o, Türk futbolunun hem en güzel hem en delişmen tarafını temsil etti.
Teknik direktör olduğunda bile o rahatlığı, o kendine özgü tavrı hiç değişmedi.
Sanki hâlâ top ayağındaymış gibi baktı oyuna.
Bir farkla: bu kez o sahada değil, kenardaydı. Ama karizması, zekâsı, futbola bakışı aynıydı.
Sergen Yalçın’ın hikayesi, disiplinin değil doğallığın hikayesidir.
O ne sistemin oyuncusuydu ne düzenin adamı.
Ama sahaya çıktığında hep bir şey olurdu: insanlar futbolun neden sevildiğini yeniden hatırlardı.
“10 numaradan hikâyeler” bazen mükemmellikle değil, doğallıkla yazılır.
Ve Sergen Yalçın, o doğallığın en gerçek hâlidir.

















